9 Eylül 2012 Pazar

Bir Dilek Tut Benim İçin-Maeve Binchy



Çok sevdiğim bir yazar var ki,kitapları çoğu zaman hayatımda rehber olmuştur. Geçtiğimiz aylarda vefat eden Maeve Binchy'den bahsediyorum. 
  Kitaplarını okurken,komşunuzla kahve içip dedikodu yapıyormuşsunuz hissine kapılabilirsiniz. Bir kitapta aradığım en önemli özellik akıcılıktır ki,bu Maeve Binchy kitaplarının alamet-i farikası. Diğer bir sevdiğim yönü de tabiki yazarımızın samimi anlatımı. Karakterleri tanıyınca mutlaka hayatınızdaki birileriyle özdeşleştiriyorsunuz ve kolayca kendinizi hikayeye kaptırıyorsunuz. Kitabın bitmesine üzülmek sık sık yaşadığım bir durumdur. Hele ki bu kitap Maeve Binchy tarafından yazılmışsa. Hani şu; yağmur yağarken cam kenarında oturup, kahve içip kitap okuma ritüeli vardır ya, hah işte öyle günler için herkese Maeve Binchy'nin bütün kitaplarını gönül rahatlığıyla önerebilirim.
  Bu kız da amma abarttı,diye düşünenler vardır mutlaka. :) Somut bir örnek olması için, yazarın 1982'de yayımlanan ilk kitabı; Bir Dilek Tut Benim İçin'den bahsetmek istiyorum...
  2. Dünya savaşı sırasında İrlanda'da yaşayan bir anne, küçük kızını;İngiltere'de yaşayan,yıllardır mektuplaştığı kolej arkadaşının yanına gönderir. Bu küçük kız zamanla aileden biri haline gelir. Evin, kendisiyle aynı yaştaki kızıyla çok iyi anlaşırlar. Kitabın burdan sonrası ise bu iki kızın büyümeleri,ilk aşkları,sımsıcak dostlukları,evlilikleri ve hayal kırıklıklarıyla devam eder. Kahramanlarımızın yaşadıkları acı olaylara rağmen hep esprili bir üslupla devam eden bu kitap içinizi şefkat duygusuyla dolduracak. Bu iki dost arasında zaman zaman kıskançlık, yanlış anlamalar ve güvensizlik olsa da okurken hep bileceğiz ki bir şekilde birbirlerini seviyorlar. Kendinizi ''Eh 20 yıllık bir dostlukta böyle şeyler olabilir'',diyerek kendi arkadaşınızı savunur gibi onları savunurken bulabilirsiniz. Bu da hikayenin samimi üslubundan kaynaklanıyor pek tabii.
  Bu iki kızcağız bazen birbirlerine kazık atsalar da, sonunda hep tatlı hatırlanan o çocukluk yıllarının hatırına yine yanyana olacaklar. Çoğu zaman erkeklerin dağıttı hayatlarını yine beraber toplayıp yollarına devam eden bu kızların hikayesi bittiğinde ise yeniden kendi hayatımıza adapte olmak biraz zor gelecek.
 Maeve Binchy, kitaplarında çoğu zaman; insanların arkamızdan neler çevirebileceği konusunda bizi sıkmadan öğütler veriyor. Hiç ummadığımız karakterlerin hiç ummadığımız şeyler yapması yönüyle de kimseye körü körüne güvenilmeyeceğini en güzel şekilde anlatıyor. Bize de bu kitapları okuyup hem eğlenceli zaman geçirmek hem de bu öğütlerden yararlanmak kalıyor.

Keyifli okumalar... 
 

7 Eylül 2012 Cuma

Entrikalar Kraliçesi Kleopatra ve Antonius'un Aşkı



  Kleopatra'nın entrikalarla ve savaşlarla dolu hayatından küçük bir aşk hikayesi anlatacağım sizlere. Kleopatra'yı daha çok Sezar'la yaşadığı aşkla hatırlasak da bence en büyük aşkı Antonius'tu.
  Sezarı'ın ölümünden sonra,Roma'nın önde gelen komutanlarından olan Antonius;Kleopatra'yı, Mısır'ın buğday ihtiyaçlarını konuşmak için Kilikya'ya; yani bugünkü adıyla Tarsus'a çağırır. Evet hikayenin Tarsus(Adana) odaklı gelişmesi de ayrı bir güzellik tabi. Tarsus'ta buluşan ikili, buğday ihtiyaçlarını konuşurken nasıl olduysa birbirlerine aşık olurlar.
  Rivayetlere göre Kleopatra,günümüzde söylenenlerin aksine çok güzel bir kadın değildi. Kısa boyluydu,kısa sarı saçlara,açık renk tene,açık renk gözlere ve uzun düz bir burna sahipti,bir de firavun ailesinin vazgeçilmezi kalın dudaklara... Eh bu saydığımız özellikler günümüzün kalıplaşmış güzellik anlayışıyla pek örtüşmese de demek ki döneminde rağbet görüyordu diyelim. Pek çok insana göre Kleopatra büyük devlet adamalarını zekasıyla ve ses tonuyla etkiliyordu. Ünlü Roma tarihçisi Plutarkhos, Kleopatra'dan bahsederken diyordu ki: ''Sesi istediği her titreşimi çıkarıp,istediği her dili kullanabildiği çok dilli bir müzik aleti gibiydi...'' Anlaşılan Kleopatra'nın ikna kabiliyeti daha çok sesinden geliyor. Kimilerine göre Sezar ve Antonius gibi iki büyük Roma komutanını kendine aşık edebilmek için büyü yapmış olması en büyük ihtimaldi. Ama tartışılmayan bir şey var ki; Kleopatra,15 yaşından itibaren Mısır İmparatorluğunu yönetmeye başlamış, 12 dili çok iyi konuşan, kültürü ve zekasıyla, konuştuğu insanları kolayca etkileyebilen,aklı başında bir kadındı. Zor durumda olan Mısır İmparatorluğu'nu ayakta tutabilmek için akıllıca planlar yaptı. Gelelim Antonius'la olan büyük aşkına...
  Buğday sorunlarıyla başlayıp aşka dönüşen bu hikayeden en çok,dönemin Roma halkı rahatsız oluyor. Onlara ne oluyor,demeyin. Sonuçta Kleopatra sıradan insanlara değil nedense hep ülkesinin geleceğini kurtarabilecek büyük devlet adamlarına aşık oluyor. Eh bu da Roma halkının işine gelmiyor tabi. Antonius, Kleopatra'nın Mısır Kraliçesi olmasını onaylayarak eline büyük bir güç veriyor. Kleopatra bu yetkiyle,ordusunun başında Ermenistan üzerine sefere çıkıp büyük zaferler kazanıyor.
  Kleopatra ve Antonius'un aşkı tam 10 yıl sürüyor, Helios ve Selene isimlerinde de iki çocukları oluyor. Mısır Kraliçesi Kleopatra'nın, Roma üzerinde bu kadar etkili olmasından rahatsız olan Romalılar sık sık isyan ediyor. 
  Antonius, Kleopatra'nın aşkına kapılıp devlet işlerini iyice boşlayınca; Roma'nın güçlü komutanlarından Oktavian,Antonius'a savaş açıyor. Actium Deniz Savaşı'nda zavallı Antonius sevgilisi Kleopatra'nın Mısır donanmasıyla gelip ona yardım etmesini beklerken; Kleopatra sevgilisinin donanmasının çok zayıf olduğunu görüyor ve kendi donanmasını riske atmayarak geri çekilmelerini söylüyor. Herhalde biricik sevgilisinden böyle bir darbe beklemeyen Antonius, bir de Oktavian'a yenilince acı bir şekilde hayatına son veriyor.
  Kleopatra bu haberle yıkılıyor ve uzun süre odasına kapandıktan sonra, kölesinden istediği zehirli yılanı alıp göğsüne bastırarak intihar ediyor. 
  15 yaşında kardeşiyle evlendirilen,koskoca bir imparatorluğu yöneten ve en çok aşklarıyla konuşulan bu kadının en çok Antonius'a aşık olduğunu varsayıyorum. O'nun ölümünün ardından intihar etmesi ya dediğim gibi O'nu çok sevdiğinden ya da O'na yardım etmediği için vicdan azabından...

Bu masalsı aşktan geriye kalan da bir sürü mitolojik hikaye,roman,tiyatro uyarlaması ve efsaneler oluyor. 

  

6 Eylül 2012 Perşembe

Beyoğlu Rapsodisi - Ahmet Ümit

  

  Hepimiz biliyoruz ki; kitap seçmek, kitap okumaktan çok daha zahmetli bir iştir. Özellikle de son zamanlarda...
  Çoğumuz kitap alırken birilerinin tavsiyelerini dikkate alırız.Çünkü,saçma sapan bir kitap alıp boşuna zaman kaybetmek istemeyiz.Ben kesinlikle ''ne bulursan oku'' düşüncesinden yana değilim. Sevmeyeceğimiz şeyleri okumak hem bizi kitap okumaktan soğutur hem de zamanımızı boşuna harcamış oluruz. Sonunu merak ettiğimiz için kitabı bitirmeye çalışırkenki eziyet de cabası...

  En garanti yöntem ise daha önceden okuduğumuz yazarlarla yola devam etmektir. :) Bazen kitap almak için sevdiğim yazarların kitap çıkarmasını beklediğim bile olur. İşte bu yazarlardan biri de pek tabi ki Ahmet Ümit. Bu yazımda kendisinin en sevdiğim kitaplarından olan Beyoğlu Rapsodisi'nden bahsetmek istiyorum.Eski bir kitap olmasına rağmen,bitirdiğimde elimde kitapla öylece kalakaldığımı çok iyi hatırlıyorum ve okumayan kalmasın diyorum. 
  
  Öncelikle şunu söylemeliyim ki,yazının devamında, uzun uzadıya kitap özeti bekliyorsanız sizi hayal kırıklığına uğratacağım. :) Zira çok fazla ayrıntı verip de, kitabın tadını kaçırmak istemem. 

   Kitabın en sevdiğim özelliği akıcı olması. Baştan sona hiç sıkılmadan ve merakınızı kaybetmeden okuyabilirsiniz, son sayfaya kadar sonunu merak ettiren nadir kitaplardan biri.Baştan itibaren kendimizi mükemmel bir kurgunun içinde buluyoruz. 3 arkadaşın sıradan gibi görünen ve aslında hiçte sıradan olmayan hikayesi bu. Bol bol Beyoğlu tasvirleriyle dolu. Birbirinden çok farklı ama çocukluktan beri arkadaş olan bu 3 adam,sanki hep dost kalacaklarmış gibi geliyor başta... Araya giren sırlar,cinayetler,belki de bir kadın, bu kusursuz gibi görünen dostluğu bambaşka bir boyuta taşıyor. İçlerinden birinin dünyada bir iz bırakma ya da ölümsüzlük hırsıyla, cinayetler hayatlarının bir parçası haline geliyor. Bir süre sonra anlıyoruz ki aslında her zaman hayatlarının bir parçası olarak duruyormuş... Ve tabi katil olmadığından en çok emin olduğumuz kişi bilin bakalım kimmiş?

Keyifli okumalar :)


''Derdi Olan Neylesin?''



Bu hikayeyi bir konferansı sırasında çok sevdiğim yazar;İskender Pala’dan dinlemiştim.Şimdi siz de benden okuyun bakalım…

Padişahımız efendimiz Yavuz Sultan Selim,Mısır seferinde bir yerde geçici olarak konaklar.Tabii hemen en güzel otağ kurulup emrine hizmetçiler verilir.Bu hizmetçiler Yavuz odasından çıkınca temizliğe başlayıp o gelmeden odadan çıkarlar.Bu her akşam böyleyken,bir gün hizmetçi kızlarımızdan birinin nedense işi uzar ve O daha çıkmadan Yavuz odasına gelir.Alelacele işini bitiren kız Yavuz’u ilk kez bu kadar yakından görmenin heycanıyla çıkıp gider.Sert mizacıyla tanınan Yavuz,kızımızın yüzüne bile bakmasa da kalbini fethetmiştir. Yavuz’un aşkına kapılan kızcağız, çaresiz olduğunun farkındadır lakin bir şekilde sevgisini belli etmek ister.
Ertesi gün odayı temizleyip çıkarken Yavuz’un yastığının altına şu notu bırakır:Derdi olan neylesin?..
Akşam odasına gelen Yavuz,yatacağı sırada yastığının altındaki notu bulur.Belki de Yavuz’dan cevap almayı hayal bile edemeyen kıza şu cevabı yazar:Derdi neyse söylesin…
Sonraki gün heycanla gelip yastığın altına bakan kız,yastığın altında kendi bıraktığı kağıdı görünce üzülse de arkasını çevirdiğinde kendisine yazılmış cevabı görür.Yavuz’dan cevap almanın verdiği heyecanla bu cümleyi tekrar edip durur.
Ehh peki kolay mıdır koskoca Yavuz Sultan Selim’e derdini söylemek? Bıraktığı nottan anlıyoruz ki değildir.Zira bu sefer yastığın altına şu cümleyi yazıp bırakır:Korkuyorsa neylesin?
İyice meraklanan veya kızın derdini zaten anlamış olan Yavuz,cevap olarak şunu yazar:Hiç korkmasın söylesin.
Bu söz üzerine ümitlenen kız akşam olunca Yavuz’u kapıda bekler.Yavuz geldiğinde onu beklerken görünce de zaten mizacında biraz sertlik olduğundan ”Söyle!” diye bağırır.Zaten el pençe duran kızcağız korkudan titremeye başlar ve ”Efendim…”der devamını bir türlü getiremez.Yavuz,bir kez daha ”Söyle!” diye bağırınca kız korkudan olduğu yere yığılır ve kalbi durur.
Yavuz’un telaşından oraya koşan askerler kızcağızın ölmüş olduğunu görünce gözlerini Yavuz’a dikip beklerler.Durumu anlayan ve içi yanan Yavuz ise uzun süre kızın başında bekledikten sonra gözleri dolar ve şöyle der:Hakiki aşk odur ki,sevdiği uğruna kalbi dursun…

Bu hikayenin yaşanmış olduğuna inanmak zor değil mi?

Biraz Çay?



Bu fotoğrafa bakıpta ''Şimdi şöyle mis gibi bir çay olsa da içsem...''demeyen var mıdır acaba?

İşte ben aynen böyle dedim ve hemen kalkıp mis kokulu bir çay demledim tabi...
Yediğini,içtiğini söylemek ayıptır ama en tembeliniz olan beni bile yerimden kaldırıp çay demleten bu fotoğrafı herkesle paylaşmak isterim :)

Şairin de dediği gibi;

''Ateşe hakiki bir çay koyalım,kenti unutanlardan olalım...'' (A.C.Z.)

Afiyet olsun :)

Oxford Cinayetleri


Yüzüklerin Efendisi'nin yüzük taşıyıcısı Elijah Wood bu filmde Oxford Cinayetlerini araştırıyor. Matematik Profesörü Arthur Seldom'a 
hayran olan öğrencisi Martin,yeni başlayan cinayet serisini çözmek için profesöre yardımcı oluyor.Ortada ilginç bir tesadüf var ki, bütün bu 
cinayetler Martin'in şehre gelişiyle başlıyor.Başta profesöre yardım etmek için cinayetlerle ilgilenen Martin, herkesin aslında kendisinden
şüphelendiğini fark edince bu cinayetler O'nun kişisel meselesi haline geliyor ve şüpheli olabilecek herkesi tek tek inceliyor.
  Cinayetlerin matematiksel simgeler hesap edilerek işleniyor olması da, katilin matematik konusunda uzman olduğunu kesinleştiriyor.
Martin'in matematik konusunda uzman olduğunu düşündüğü tek isim ise yıllardır hayranı olduğu Profesör Arthur seldom...
Şüphelilerin çoğalmasıyla daha da karmaşık bir hal alan bu filmde, katili son dakikalara kadar tahmin etmek mümkün değil. Çünkü filmde, 
şüpheli olarak karşımıza çıkan herkesin bu cinayetleri işlemek için nendenleri var.Son anlara kadar sürükleyiciliğini hiç kaybetmeyen bu 
filmde, matematik ve felsefeyle ilgili de çok ilginç ayrıntılar var.
  Tanıtımını okuyunca matematik formülleriyle dolu sıkıcı bir film gibi düşünebilirsiniz.Ama izlemeye başladığınız anda düşünceniz değişecektir.
Olayların ayrıntılı ve ağır ağır işlenmesi de katili merak ettiğiniz için biraz can sıkıcı olabilir. Bir an önce sonuca ulaşmak isteyeceğiniz
bu filmde 5 dakika da bir aklınızdaki katil değişecek. Film izlemekle bulmaca çözmek arasında gidip gelirken çok şaşırtıcı bir sonla bütün 
tahminlerinizin yerle bir olmasına da hazır olun.
  Olayları araştırırken Martin'i yanından ayırmayan ve bütün ayrıntıları O'nunla paylaşan profesör, belki onun gerçekten yardımcı
olabilceğini düşünüyor, belki de ondan sakladığı şeyleri öğrenmediğinden emin olmak istiyor. Film boyunca kafanızı kurcalayacak olan bu sorunun
cevabı da son sahnelerde ortaya çıkıyor.

3 İDİOTS



Hindistan’da mühendislik okuyan 3 arkadaş, bulundukları sistemin onları yarışa zorlamasından şikayetçidir.
Bu durumu değiştirebilmek için uğraşan 3 kafadarın işi ise çok zor. Okullarında herkes en iyi olmak için uğraşıyor ve hiç kimse kendisinin en iyi olmadığını düşünmüyor. Bu durumu
değiştirmek isterken Ranco ve arkadaşlarının başından geçen olayları izlerken dram mı yoksa komedi mi izliyoruz karıştırmak mümkün.
  Hint sinemasına özgü bir durum var tabi, komedi ve dram hep iç içe...
Hint sinemasının en ünlü isimlerinden olan Aamir Khan’ı başrolde gördüğümüz bu filmde; ne zaman bitecek, diye saate bakmanız mümkün değil.Zira ben bakmadım :) Ben bakmadıysam hiç kimse bakmaz.
Sistemin karşısında kendilerini anlatmaya çalışan bu 3 dostun hikayesi dolu dolu mesajlarla yüklü değil. Bu 3 dostun komik ve dramatik
hikayesini sıkıcı ayrıntılara boğulmadan izleyebilirsiniz. Onların kendilerini ifade etmek için buldukları yöntemler de sizi çok şaşırtacak.
Filmde, klasik Hint filmlerine özgü, duygusallığın abartıldığı klişe sahneler de yok değil. Ama bu sahneler Hint filmi sevenler için filmi daha
da güzel hale getiriyor.
2009'da Hinsitan’da çekilen filmi, Bollywood’un en ünlü yönetmenlerinden olan Rajkumar Hirani yönetti. Başta Aamir Khan olmak üzere, Kareena Kapoor,
Sharman Joshi, Madhavan, Boman Irani, Akhil Mishra gibi birçok sevilen oyuncuyu bu filmde izleyebilirsiniz.Hint sinemasının vazgeçilmezi kıpır
kıpır müziklerin sahibi ise  Subir Kumar Das. 

Bu filmi izleyecek şanslı insanlara şimdiden iyi seyirler :)

My Name İs Khan


''Dünyada iki tür insan vardır. İyi insan ve kötü insan.''

 Hindistan'da Müslümanlar ve Hinduların bir arada yaşadığı bölgelerden birinde, hergün yaşanan kavgalar için annesi Khan'a bu sözü 
söylemişti...
 Annesi öldüğünde, abisinin tek başına yaşayamayacak kadar saf olduğunu bilen kardeşi, Khan'ı kendisiyle birlikte Amerika'da yaşaması 
için ikna eder. İlk kez abisinin eşi, Khan'ın saf değil asperger sendromlu olduğunu fark eder ve onun hayatını kolaylaştırmak için
çareler aramaya başlar.Bu sırada kardeşi de ona oyalanması için küçük bir pazarlama işi verir.
  Gürültülü ortamlarda ve sarı renk gördüğünde krize girmek dışında, bir sorunu olmadığı için bu işi kolaylıkla yapar. Abisinin çalıştığı
şirket için kuaförlere bakım malzemeleri satarken birgün Mandira'nın çalıştığı kuaföre girmesiyle Khan'ın bütün hayatı değişir ve Mandira'ya aşık olur.
 Mandira da Khan gibi Hintli, lakin Hindu dinindendir. Başta Khan'ın çocuk gibi olduğunu anlayan Mandira,
O'nun etrafında dolaşmasına pek aldırmasa da bir zaman sonra, Khan'ın hiç yılmadan yaptığı evlilik teklifini kabul eder ve evlenirler.
  Mandira,Khan ve Mandira'nın küçük oğlu birlikte gayet mutlu yaşarken İkiz kulelerin saldırıya uğramasıyla herkes Müslümanlara 
terörist gözüyle bakmaya başlar.Arkadaşları,müşterileri,komşuları Khan ve ailesiyle ilişkilerini keser.Bu duruma asperges sendromlu
olan Khan hiçbir anlam veremezken,olanlardan dolayı Mandira'da Khan'a terörist gözüyle bakmaya başlar. Mandira'nın oğlunun Müslüman zannedildiği
için öldürülmesi aralarındaki bağı tamamen koparır.Mandira'nın neden kendisinin suçladığını anlamayan Khan',''Terörist olmadığını 
Amerika başkanına ispatla'' diyen Mandira'nın bunu gerçek anlamda söylediğini zannedince ise asıl macera başlar...
  Mandira'nın sinirle söylediği bu söz yüzünden kimseye haber vermeden yollara düşen Khan,gittiği her yere bir parça umut götürür,
karşısına çıkan herkese yardım eder.İnsanı iyi insan olduğu için sever,tıpkı annesinin söylediği gibi. Bu yola da sırf iyi insan olduğunu
ispatlamak için çıkmıştır. Terörist olmadığını herkes öğrenene kadar da dönmeye niyeti yoktur...

  Klasik Hint filmlerinden farklı olarak hüzünlü bir tarafı da olan bu film, Hint yapımı olduğunu en çokta neşeli müzikleriyle hissettiriyor.

SURETLER


“Kendinize bir bakın. Koltuklarınızdan kurtulun, kalkın ve aynaya bir bakın. Tanrı'nın sizi nasıl yarattığını görün. 
Hayatımızı, makineler aracılığıyla yaşamak için yaratılmadık…”

 Filmin başında duyduğumuz bu sözler ilk olarak aklımıza bilgisayarı getiriyor. Derken bir de bakıyoruz ki ortada çok daha kötü bir 
durum var. Bilgisayar bağımlılığının da ötesinde bir durum için söyleniyor bu sözler. 
 Bilim kurgu sinemasının en güzel örneklerinden biri olan bu filmde, insanlar dışarıya çıkmıyorlar.Kendi yapmış oldukları suretleri
 onların yerine dışarı çıkıyor ve onlar da evlerinden suretlerini yönlendiriyorlar. Kumanda sistemiyle suretlerini yönlendiren 
insanlar, suretlerinin yaşadığı her şeyi kendileri yaşamış gibi hissediyorlar. Bu sistemin kurulmasındaki asıl amaç ise insanın hiçbir 
tehlikeye maruz kalmadan yaşamını sürdürebilmesi.
  Bir yerden sonra gerçekten böyle bir şey olabilir mi diye de düşünmeye başlıyoruz. Filmi izledikçe anlıyoruz ki , yazar bize böyle 
ütopik bir hikayenin içinde aslında kendi hikayemizi göstermeye çalışıyor. Sosyal ağlarda kendimize bir profil çizip sonra
o profildeki gibi olmak için uğraşıyoruz. Yani en azından yazarın bize anlatmaya çalıştığı bu. Şimdi içinde bulunduğumuz zamanı
düşününce, filmin hikayesi daha da tanıdık gelmeye başlıyor. Sanki orda yaşananlar bilim kurgu değil de yakın zamanda dünyanın geleceği
durummuş gibi düşünmeye başlıyoruz.
  Bir yandan biz bunları düşünürken filmin ilerleyişinde de bir değişiklik oluyor ve bütün suretler kayboluyor. İnsanlar oluşturdukları
hayal aleminden gerçek dünyaya hızlı bir düşüş yaşıyorlar. Uzun zamandır hayatlarını makinalar üzerinden, suretlerini yönlendirerek 
yaşayan insanlar gerçek hayata alışmakta epey zorlanıyorlar.
  Film bittiğinde aklımızda kalan soru ise ''Acaba gerçekten kendi hayatımızı mı yaşıyoruz,yoksa suretimizin
hayatını mı?'' oluyor.

Gerçeğe Çağrı



 Bilim kurgu hayranları için harika bir seçenek olan film, aslında 1990 yılında
çekilen filmin ikinci versiyonu. İlk filme oranla aksiyon sahnelerinin azlığı konusunda eleştirilse de mekanlar 
ve çekim konusunda epey övgü alıyor. Mekanlar demişken hemen belirtelim ki ilk film Mars'ta geçiyorken filmin yeni
versiyonu Dünya'da geçmektedir.
  
  Kahramanımız Douglas Quaid (Colin Farrel), bir kolonide montaj işçiliği yapmaktadır. Hayatını sıkıcı bulan Douglas,
kendisine yeni anılar implant ettirmek ister. Böylece sıkıcı hayatı hareketenecek ve gördüğü saçma rüyalar belki de anlam
kazanacaktır.
   
  Kendisine yeni anılar implant ettirmek isteyen kahramanımız gittiği Rekall şirketinde tuhaf olaylarla karşılaşır. Quaid'le 
de bu sırada tanışır. Quaid, aslında gizli ajandır, zamanla düşünceleri değişir ve ne için çalışıyor olduğu konusunda kafasında bazı
soru işaretleri oluşur. Filmin devamında ise kendini bambaşka bir tarafta bulur.

  10 Ağustos 2012'de vizyona giren film, Len Wiseman tarafından yönetildi. Colin Farrell, Kate Beckinsale, Jessica Biel'in 
başrollerini paylaştığı filmde, bilim kurgunun yanında çok az da olsa aksiyon sahneleri göze çarpıyor. Kanada'da çekilen film
özellikle kullanılan mekanlarla dikkat çekiyor.


Free Blog Templates